27 Temmuz 2014 Pazar

Bugün Bayram..... Erken Kalkın Çocuklar



Barış Manço Ne de güzel söylemiş, öyle değil mi çocuklar.

Sevgiye, Barışa, Mutluluğa ve Neşeye önemli bir kapı olan, Bayramlarımız için.

Ancak öncelikle Bayramınızıkutlamak isteriz

Aslında tüm dostlarımızın bayramını kutlamak istiyoruz,
Umarım bu günler, dünyada akan müslüman kanına, özellikle kardeş kardeşi katlederken buna son verilebilir.

Dünya, biraz huzur ve mutluluğun tadına bakabilir.
Çocuklar kanlara göz yaşlarına bulanmadan ana babalarına bakabilir.
Dostlarımız, sevdiklerimiz ve ailelerimizle, mutlu, huzurlu ve umut dolu bir bayram geçirebiliriz.

Şeker tadında bir bayram dileklerimizle!
Bayramınızı kutluyor, tüm sevdiklerinizle sağlık, mutluluk, neşe dolu bir bayram geçirmenizi diliyoruz.

çünkü, SÜRDÜRÜLEBİLİRLİĞİN en önemli araçlarından biridir, gelenek ve göreneklerimiz, bizi birbirimize, fakiri zengine, akıllıyı ahmağa sağlamı engelliye ve en önemlisi, bizi ceddimize bağlayan.

Hangimizin çocukluk anıları içinde en güzel yeri tutan hatıralarının büyük bir kısmı bayramlar ile ilgili değildir???
Dünümüzü korumak, bugünümüzün değerini bilmek ve yarınımıza sahip çıkmak işte böyle anlamlı ve önemli Milli ve/veya Manevi değerlerimize sahip çıkmak ile mümkün olacaktır.

Peki Bayramın kelime anlamı nedir?
Etimolojik olarak iki farklı düşünce hakimdir.

Birincisi
Türkçe (Bay/May) kökünden türemiştir. Zenginlik, yücelik ve kutluluk bildirir. Kelime en eski Türkçe örneklerde badram olarak geçmektedir. Kelime Orta Farsçada paδrām ve aynı anlamdaSoğdcada patrām yazımı ile neşe, huzur, mutluluk, sessizlik demektir. İran dillerinde pati- geri, tekrar + rāma- sükûn, barış ve mutluluk. Beyrem veya Mayram olarak da söylenir.

İkincisi
Sevinç ve eğlence günü manasına gelen Farsça bazrâm veya bezrem kelimesinden geldiği söylenmiştir. Çiçekler ve ışıklarla süslenen yere de “bazrâmgir, yani gönül açan yer” denir. 
Demek bayram, “bir neşe ve sevinç günü” demektir. Arapçası, “عِيدَ” İyd’dir. Bu kelime dönmek manasına gelen “عَوْدَتْ” (avdet) kelimesinden gelir. Peş peşe tekrar etmek, her sene gelmek manasına gelir. Çoğulu "A'yâd"dır.
Bayram tebriklerine "Ta'yîd", bayramlaşmaya da "Muayede" denir. 
Peki, 

Sözlük anlamı ile bayram
bayram
1.           Millî veya dinî bakımdan önemi olan ve kutlanan gün veya günler.
2.           Özel olarak kutlanan gün
           Örnek: Üzüm bayramlarının eğlencelerinde bulunmak istiyorum. H. E. Adıvar
3.           Sevinç, neşe
           Örnek: Sandalda, gemide bir sevinç, bir bayram, el çırpmalar, gülüşler, yaşalar. N.             Cumalı
4.           Ulusal veya dinsel bakımdan önemi olan, kutlanan gün.
5.           Sevinç, neşe.
6.           Neşe ve sevinç günü. dini bakımdan hususi değeri olan ve milletçe kutlamalar yapılan gün veya günler.
7.           Bir dinde mübarek addolunan gün.

Türleri
1.   Dinî bayramlar
2.   Millî bayramlar
3.   Etnik ve uluslararası bayramlar
4.   Şenlik ve Festivaller

Türk halk kültüründe bayramlar
Türk ve Altay halk inancında Bayram niteliği taşıyan farklı kutlu günler bulunur. Türklerde İslam öncesi genel kabul görmüş iki bayram vardır.
1.   Koçagan: Bahar Gündönümü. (Kosa ve Saya)
2.   Paktıgan: Güz Gündönümü. (Pakta ve Payna)
Ayrıca Sümer geleneğinden Ortadoğu ve Orta Asyaya yayılmış olan ve sözbiçim olarak da bu sıralamaya uygun düşen Nardugan bayramı bulunur.
Koçagan (Kosa) baharda yapılır ve Nevruz bayramıdır, bahar gündönümüne denk gelir. Gece ve gündüz eşitlenmiştir. Koça Han adına yapılır. Paktıgan (Pakta) ise güz gündönümüne denk gelir ve Baktı Han adına yapılır. Yakutlar güz bayramına Abası Isıyah/Isıga (Kötü-ruh Serpmesi/Saçısı), bahar bayramına ise Ayıhı Isıyah/Isıga (İyi-ruh Serpmesi/Saçısı) derler. Isıyah (Isıga) sözcüğünün mevsimsel sıcaklık değişiklikleriyle bağlantıyı akla getirecek biçimde ısı kökünden türemiş olması ve Is/Es/Ez (sahip) sözcüğüyle bağlantısı da dikkate değerdir. Daire şeklinde yapılan bu şenlikler hem halayı hem de Kazaklardaki Kımız Murunduk denilen ölenleri de çağrıştırmaktadır. Ayrıca değişik mevsim ve dönemlerde yapılan törenler vardır ve bunlar da günümüzde de pek çok yörede isim değiştirmiş olarak devam eder. Saya bayramı Koçagan’ın (Kosa’nın) öncesinde yapıldığı için aynı ritüelin uzantısı olarak görülebilir. Kosa bayramı yaklaşık olarak kuzuların yüz günlük olduğu dönemde, nevruzdan bir hafta önce başlar ve nevruzu simgeler. Payna ise Paktıgan’dan sonra Aralık gündönümüne denk gelir. Yakut Takviminde Payna adlı bir ay vardır. Bu dört bayram dört ayrı yaratıcı gücü simgeler. Koça HanSaya HanBaktı HanBayanay Han. Ayrıca kimi yörelerde iki bayram kutlanır.
İslamiyet sonrasında ise iki tane önemli bayram kutlanmaya başlamıştır. Kurban Bayramı ve Ramazan Bayramı. Dünyadaki hemen her kültürde özel gün, şölen, bayram, şenlik gibi uygulamalara mutlaka rastlanır. Bu durum tekdüzelikten kurtulma isteğinin bir sonucudur.

Dini bayram ne demektir? İslamiyet'teki dini bayramlar nelerdir? 
Bayram, “ferah ve sevinç günü” manasına gelir. Dini bayramlar ise, yeryüzünde yaşayan çeşitli dinlere mensup toplulukların belli bir tarihte, bir veya birkaç gün sevinç gösterileriyle kutladığı günlerdir. Bu bayramlara özel ibadetler vardır. 

İslâm dininde Ramazan Bayramı ve Kurban Bayramı olmak üzere iki büyük dini bayram vardır: 
“Peygamberimiz (asm) Medine’ye hicret ettiklerinde, Medinelilerin eğlendikleri iki günleri vardı. Hz. Peygamber (asm): 
“Bu günler nedir?” Diye sorduğunda Medineliler: 
"Biz cahiliyet döneminden beri bu günlerde eğleniriz." dediler. 
Bunun üzerine Peygamberimiz: 
"Allah size, o iki gün yerine daha hayırlı iki bayram vermiştir. Bunlar Ramazan ve Kurban Bayramları'dır” buyurmuştur.”
 (Ebû Dâvûd) 

Ramazan ve Kurban Bayramları hicretin ikinci yılından itibaren kutlanmaya başlanmıştır. Dini bayramlar ulusal bayramlardan farklı olarak ay takvimine göre düzenlendiğinden her yıl bir önceki yıldan 10 gün erken gelirler. 

Yani Kutlu Doğum haftası gibi saçmalıklar, Dini belli amaçları için kullanmak isteye kötü niyetli bir takım insan müsvettelerinin kendilerine düşman belledikleri cumhuriyeti yıkabilmek için hazırladıkları zırvalıklardan biridir. Nitekim biz müslümanlar, Mevlüt Kandilini yüzlerce yıldız zaten kutlamakta, Sevgili Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAS) efendimizin yeryüzüne intikal ettikleri o kutlu geceyi şad etmekteyiz.

Bayramın ilk gününden önceki güne arefe denir. Arefe gününde yapılan ibadetler çok makbuldür. 

Ramazan Bayramı, Şevval ayının birinci günü başlar, üç gündür. Kurban Bayramı, Zilhicce'nin 10. günü başlar, dört gündür. 

Dinî bayramlar Allah'ın, kendini haramdan koruyan ve yaptıkları ibadet ve tövbelerle günahlarından temizlenen Müslümanlara hediyesidir. Çok güzel faydalar için verilen dini bayramlar başta Kur'ân-ı Kerim'in önemle bahsettiği “kardeşliğin” pekişmesi için güzel bir vesiledir. Çünkü dargınlıklar, küslükler son bulup yeni kaynaşmalara yol açar. Ve bayramlar sebebiyle, Kur'ân-ı Kerim'de: 

"Allah'tan korkun ve akrabalık bağlarını kesmekten sakının." (Nisa, 1) ayetiyle öneminin çok büyük olduğu ifade edilen “sıla-i rahim (hısım akrabayı ziyaret etme)” ibadeti yerine getirilir. 



25 Temmuz 2014 Cuma

YENİ DİZİ - ETKİN OLMAK ÖĞRENİLEBİLİR Mİ - 1


Sevgili Dostlar, bu, ETKİN ve GİRİŞİM kelimeleri çevresinde topladığımız birikimimizi sizinle paylaşabilmek için hazırladığımız bir yazı dizisi.

Parça Parça, adım adım, YÖNETİCİ ve GİRİŞİMCİ olarak, BİLGİLİ olmak ile ETKİN olmak arasındaki farkı, ve NASIL ETKİN BİR YÖNETİCİ/GİRİŞİMCİ/PATRON olabileceğimizin "küçük sırlarını" birlikte keşfedeceğiz.

İş dünyasında, belli bir süre geçirmiş herkes bilir, BİLGİLİ/CAHİL, APTAL, AKILLI türlü türlü patronlar vardır. Patron, İLLAKİ FİRMA SAHİBİ DEĞİLDİR, sizin üstünüz olan herkes, yani HESAP VERDİĞİNİZ HERKES, aynı zamanda PATRONUNUZDUR. Ama en ilginci, BİLGİLİ PATRONLAR çoktur, sık karşılaşırsınız onlarla, asıl NADİR olan ise, ETKİN YÖNETİCİ/PATRONDUR. Kusursuz bir PEMBE ELMAS kadar nadir rastlarsınız onlara. Çünkü, birçok kişi, bulunduğu konuma, kendi istek ve becerisi dışında, birçok farklı tesadüfler sayesinde gelmiştir, ve sizi DELİ eder, işte bu durum. Peki ya siz, kariyerinizi ve geleceğinizi bir dizi TESADÜFE teslim etmek ister misiniz???

Nitekim, yöneticilere BİLGİLİ oldukları için para ödenmez, ETKİN olmaları için ödenir; ve ister inanın ister inanmayın, ama tesadüfen yukarı çıkanlar, mutlaka, ama mutlaka birgün tepe taklak olurlar; ve bu tesadüfi tırmanış ne kadar yüksek olduysa, düşmeleri de o kadar kahredici olur!.. ama  ETKİN yöneticilere esasen, doğru işlerin yapılmasını sağladıkları için para ödenir. DOĞRU ŞEYLERİN NELER olduğu ve BUNLARIN YAPILMASININ NASIL SAĞLANACAĞI, işte bu yazı dizimizin konusunu oluşturmaktadır.

Türkiye, Avrupa, Afrika ve Uzak Doğuda başta inşaat, enerji ve makine sektörlerinde, mühendislik, satın alma ve satış, taahhüt, proje tasarımı ve yönetimi, yöneticilik de dahil ve tabii okuduğumuz sayısız kitap, makale ve deneminin uygulanması ve değerlendirilmesi ile geçen  30 yılı aşkın bir iş yaşamının ince çatlaklalarından süzülen tecrübe ve birikimlerimizin damıtılmasının ürünüdür bu naçizane denemeler, fikirler.

Burda hem “Ne yapmalı” hem de “Nasıl yapmalı” hususları, cevabını aradığımız esas iki soruyu teşkil etmektedir. Burda aynı zamanda, bu fikirleri okurken, siz kendinizi nasıl geliştirebilirizsiniz, kendiniz bu tartışılan fikirlere hangi örnekleri verebilir ve farklı ve sakin bir açıdan düşündüğünüzde, aslında bu örnekleri yaşarken daha akıllıca nasıl davranabilirdiniz, bunu değerlendirme amacımıza hizmet etmesini diliyoruz. Bunun için de bazı aygıtlar sunacağız.

Böylece, sunulan durumlarda kalsaydınız alacağınız kararları, bunların altında yatan nedenleri ve beklenen sonuçları, ve bunların gerçek durumlarla karşılaştırıldığında neleri iyi yapıp hangi durumlarda kendinizi geliştirmeniz gerektiği ve bunu nasıl yapabileceğiniz konusunda ciddi birer fikir sahibi olabileceksiniz.
Aslında düşünürseniz, bu MBA (işletme yüksek lisans) programlarında uluslararası meşhur okulların sundukları vaka inceleme durumu olarak düşünebilirsiniz. Ancak burdaki amaç, spesifik örneklerle uğraşmak değil, hergün karşılaşabileceğiniz genel durumları örnekleyerek aklı selime ulaşmaktır.

Diğer taraftan neleri kötü yaptığınız ya da benzer durumla hiç karşılaşmamış olsanız bile düşünme sistematiğinizin sizi neleri kötü yapmaya götüreceğini ya da hiç yapmamınız gerektiğini anlamanıza yardımcı olmasını umut etmekteyiz. En önemlisi, erken erken, NEREYE AİT OLDUĞUNUZU anlamanızı sağlamaya araç olmasını umut etmekteyiz. Yani, işçi, usta, mühendis, yönetici, patron, hayatta olmanız gereken yer neresi, işçi karınca mısınız, kraliçe mi, bilmenize yardımcı olacaktır.

Tabii, üstadlarımızdan öğrendiğimiz gibi, her ne sürçü lisan edersek ve ettik ise, şimdiden affola!




9 Temmuz 2014 Çarşamba

İSTERLERSE GELİP HATAYI ALABİLİRLER

-İSTERLERSE GELİP HATAY'I ALABİLİRLER.!
İtalyanın Lideri Mussolini Türkiye’ye ve Atatürk’e tehditler yağdırmakta; İtalyanın durumu netlik kazanmayan Hatayı işgal ile alacağını ilan etmektir. İtalyan basınıda sürekli olarak işgale katılacak birliklerden bahsederek onları övmektedir.
Günlerden bir gün İtalyan Büyükelçisi Ata ile görüşmek ister ve huzura kabul edilir.
O zaman muhtelif iktisadî-siyasî konular hakkında konuşulduktan sonra, büyükelçi, Ekselâns, dün Roma ile yapmış olduğum bir görüşmede, hükümetimizin Hatayı almak istediği kararı size iletmem söylendi der.
Odada bir an sessizlik olur. Ata büyükelçiye bir şeyler daha ikram eder ve birkaç dakika odadan ayrılır.Döndüğünde ayağında çizmeler, üzerinde mareşal üniforması, belinde tabancası var.
Doğru masasına gider, manyetolu telefondan Mareşal Fevzi Çakmağın bağlanmasını ister ve Çakmağa:
"Paşa,İtalyan dostlarımız Hatay'a gelmek istiyorlarmış.Hazır mıyız?"
Fevzi Çakmak derhal durumu anlar ve "Biz hazırız Paşam! diye yanıtlar...Ata büyükelçiye döner ve o her zamanki vakur tavrıyla şöyle der:
"BİZ HAZIRMIŞIZ.HÜKÜMETİNİZE SÖYLEYİN,İSTERLERSE GELİP HATAY'I ALABİLİRLER!..."
“ O tarihten sonra bir daha ne Mussolini ne İtalyan basını Türkiye’yi işgalden bahseder.Her şey bıçak gibi kesilir ve bir daha konu edilmez.Atatürk bir defa daha dünyaya ne büyük bir devlet adamı olduğunu kabul ettirmiştir.”
Katıl +1 ol >>> Mustafa Kemal Atatürk

8 Temmuz 2014 Salı

Osmanlı Akıncıları "Yazılan gelir başa"

Atlastan cepkenli yiğit akıncı,
Dönmedin geriye bunca yıl oldu.
Gözlerim yollarda, ruhumda sancı
Elimde güllerim buruşup soldu. 



Osmanlı’dan ne zaman bahsedilse, söz dönüp dolaşır akıncılara gelir. Aklımızda, ‘Akıncı nedir, hangi işlerden mesuldür, nasıl yaşar ve gâyesi nedir?’ gibi birçok soru oluşur. 

Akıncılar yağma gâyesiyle düşman içine giren ve talanla hayatlarını geçiren bir topluluk değildi. Onlar, kendilerine kılıç çekmeyene kılıç çekmez; ‘aman’ dileyene dokunmazlardı. Serhat topraklarında yaşayan akıncıların pek çoğu, Avrupa ve Balkan dillerini bilen, aynı zamanda bilgili ve kültürlü insanlardı.

Akıncılar, baştan neyi kabul ettiklerini çok iyi biliyor, ölümle kol kola hayatlarını devam ettiriyor ve bunu sırf Allah rızasını kazanmak uğruna yapıyorlardı.

Akıncılar, gönüllerindeki aşk ve heyecanla kendilerini devletin milletin ve dinlerinin bekâsına adamış, gerektiğinde canını vermekten çekinmeyen Hak fedaileriydi. Gönlünde bu aşk ve heyecanı tutuşturabilen insan, cihadı en büyük ideali hâline getirir ve bu uğurda ölmeyi cana minnet bilir. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, doğruluğu hâl diliyle anlatan Müslüman’ın yaptığı cihada kadar, çeşitli cihat şekilleri vardır. Akıncılar da haksızlığı, hak bilen düşmanla yaka paça olmayı tercih etmişler ve bunun neticesinde peygamberlikten sonra mertebelerin en büyüğü olan şehitliği talep etmişlerdir.



İslâm gerektiğinde silâhlı mücadeleye cevaz vermiştir; ama, bu konuda birçok şart belirlemiştir. Müslümanların din, nesil ve mallarının müdafaa edilmesi, düşünce hak ve hürriyetlerinin korunması, yapılan karşılıklı anlaşmalara uyulmaması, Müslümanlara ve onların himayesinde bulunanlara zulmedilmesi, bu hususlardan sadece bazılarıdır. Ama ne acıdır ki biz, bu hakikatleri hiçbir zaman olduğu gibi dışarıya anlatamamışızdır.

Akıncıların vazifesi, başlarındaki beylerin önderliğinde sınır muhafazasına çalışmaktır. Akıncılar, bulundukları toprakları korumakla birlikte gelebilecek saldırılara ve tehditlere karşı caydırıcı bir güç konumundaydılar. Avrupalıların sonraki asırlarda kurduğu özel komando birliklerini akıncılardan ilhâm alarak oluşturduğuna dâir rivayetler vardır.

Akıncıların akınlarını, Hz. Peygamber (sas) dönemindeki seriyyelere benzetebiliriz. Gerektiği yerde düşmana fiilen karşı koyma, halkın can ve mal güvenliğini koruma ve bu uğurda savaşma, akıncıların vazgeçilmez hayat tarzıydı.

Bir eski eğri kılıç... Kakmalarla süslü kını,
Bununla belki yapılmıştı Türk’ün ilk akını!
Bir eski eğri kılıç... Kabzasında yakutlar,
Bununla belki kırılmıştı bir zaman putlar.... 

Orhan Seyfi Orhon


Osmanlı, Hazreti Peygamber’in (sas): “Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız.” sözünü kendine şiar edinmişti. O kimsenin hakkına tecavüz edip, kimseyi ezmezken; ezilmemeye, zulme uğramamaya da dikkat ediyordu. Bunun için Payitaht’ta ordu savaş için hazırlanırken, hafif piyade birliği olan akıncılarla zaman kazanılıyor, âni baskınlara karşı teyakkuzda olunuyor ve sınır muhafaza ediliyordu. Akıncılar, Fatih Sultan Mehmet’in şu sözlerini kendilerine düstur ediniyor gibidir: “Bu zahmet din yolunadır, ahirette Allah huzuruna varınca inayet ola. Zîrâ elimizde İslâm kılıcı var. Eğer bu zahmeti ihtiyar etmezsek, bize gazi demek yalan olur.” Yine şanlı padişah Fatih Sultan Mehmet: “Üstümüze kılıç çekilmedikçe, ülkemize girilmedikçe, teb’ama cefa edilmedikçe bizden kimseye zarar gelmez.”derken, onun akıncıları da aksini yapamazdı zaten. Müslümanlar, tarihin hiçbir devrinde, devlet, millet ve fert olarak kimseyi istismar etmedikleri gibi, hâkim oldukları yerlerde sömürü ve istismara da hiçbir şekilde izin vermediler.

Malesef, bu kutsal ocak da, tüm Osmanlı sisteminin çöküşünün sebebi olan dönmeler yönetimi ve devşirme cariyelerden kendilerine karı yapan ve bunların elinde yavaş yavaş oyuncak olan Osmanlı Hanedanının çürümesi ile çökmüş, adelet ve feyz timsali bu yapı, tam birer ÇAPULCU koluna dönüşmüştür.

Akıncılığın temelinin Osman Gazi döneminde, Köse Mihal tarafından atıldığı söylenir. Orhan Gazi zamanında daimî piyade ve süvari askerlerinin teşkiline kadar hep akıncılar kullanılmıştır. Osmanlı uç beyliğinin kısa sürede devlet hâline gelmesi de, akıncılar sayesinde olmuştur. Akıncılığın bir ocak şeklinde kurulmasında Evrenos Beyin büyük emeği olmuştur.

İlk zamanlar akıncı beylerinin çoğu, Osman Gazinin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı beylerinin yetkileri çok geniştir, onlar istediklerini ocağa alır istemediklerini de ocaktan çıkarabilirlerdi. Divan-ı Hümâyun bu işlere hiç karışmazdı. Çok güvenilen akıncı beyi büyük bir selâhiyete sahipti, emirleri doğrudan doğruya padişahtan alırdı.

Akıncı beylerinin rütbeleri sancak beyi seviyesindeydi. Akıncı eri, yüzlerce defa canını ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Akıncılar içerisinde fedai, dalkılıç, serdengeçti, deli, azap, gönüllü, beşli gibi şahıs ve grup isimleri vardı. Küçük rütbeli akıncı zabitlerine ‘toyca’ veya ‘taviçe’ denirdi. 16. yüzyıl sonlarında 40 bin olan akıncı mevcudu, zaman içerisinde artma ve azalmalar göstermiştir. 

Akıncılar, yakaladıkları esirlerden aldıkları bilgileri merkeze iletirlerdi. Akınlar, katılan akıncı sayısına göre isimler alırdı. 100 kişiden az akıncıyla yapılana çete, 100’den fazla kişiyle yapılana haramilik, akıncı beyinin kumandası altında yapılana ise, akın denirdi.
Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı ilerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kâfilelerle

Yahya Kemal Beyatlı

Silâh ve teçhizatları uygun olmadığından, akıncılar kale kuşatmasına katılmazlardı; ancak akıncı fedâilerinden serdengeçtiler, kuşatılmış kaledeki düşmanın arasına dalarlardı.

Akıncılar, sürekli ordu birliklerine dahil değildir. Rumeli’de serhat boylarına yakın yerlerde yaşayan akıncılar, sınır bölgelerinde pürüz çıkaran düşman memleketlerine âni baskınlar tertipleyerek onları yıpratırlardı. 

Bu gruplar içerisinde en ilginci ‘deli’ adı verilendir. Düşmanı görünce âdeta deliye dönen bu grubun mensuplarını kimse durduramazdı. Ordu ile sefere iştirak ettiklerinde, savaşın en ön safında yer alır ve düşmana ilk onlar saldırırdı. Bu gruptan olanlar bazen hiçbir silâh kullanmaz, sadece kendilerini savunmak için yanlarında bulundurdukları kalkanlarla düşmanın içerisine dalar, kendilerine yapılan kılıç hamlelerini kalkanlarıyla savuşturup, mermere vurarak sertleştirdikleri o koca elleriyle düşmanın yüzünde şimşekler çaktırırlardı. Topu topu bir avuç deliyle baş edemeyen düşman, geride kendi sayısına yakın Türk ordusunu görünce paniğe kapılır ve birer ikişer kaçışırdı. Bu delilerin bir kısmı eğersiz ata biner, bir kısmı da akşama kadar ellerini mermer gibi sert cisimlere vurarak nasır bağlatırdı. Kat kat nasır bağlamış bu eller, düşman için kılıçtan daha tesirli bir silâh olurdu. Deli adıyla anılan bu süvariler, 15. yüzyıl sonlarından itibaren istihdam edilmişlerdir. Önceleri sadece Avrupa’daki sınır boylarında kullanılan deliler, ‘bayrak’ adı altında 60’ar kişilik ocaklara ayrılırdı. Başlarındaki kumandanlarına Delibaşı denirdi. Delibaşın altında gönüllü ağası ve bölük ağası gibi zabitler vardı. Deli süvarisi olmak isteyen, cesaretiyle kendini ispatlamak zorundaydı. 16. yüzyılda kurt, sırtlan, pars gibi vahşi hayvan derilerinden yapılmış elbiseler giyen delilerin, atları da akıncılarınki gibi çevik ve dayanıklıydı. Delilerin silâhları ise, akıncılarınki gibi kılıç, kalkan mızrak, balta ve bozdoğandı. Akıncılar Hazreti Hamza ve Hazreti Ali’yi pîr olarak görürlerdi.

Bilmemiş var mı geniş yeryüzünün serhaddi,
Yıkmış ufkunda durup karşı koyan her seddi.
Yeni bir ülkede yem vermek için atlarına
Nice bin atlı kapılmıştı fetih rüzgârına. 

Yahya Kemal Beyatlı

Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Bunun için doğrudan doğruya beyin rızası gerekirdi. Zîrâ kötü bir akıncı, birliğin mahvına sebep olabilirdi. Çok süratli intikâl, seri hareket, harikulâde süvarilik, fevkalâde silâhşorluk bu işin olmazsa olmazlarındandı.

Bazı istisnalar haricinde akıncılık, babadan oğula geçerdi. Akıncılar savaş zamanlarında ordudan önce düşman arazisine girerek, orduya yol açar ve kurulması muhtemel pusuları bozardı. Akıncılar düşman topraklarına girecekleri zaman, kademeli olarak birkaç bölüme ayrılır, ilk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman çıkarsa, arkadakiler yetişip ona yardım ederdi. Akıncıların hücumları âni ve sert olduğundan, hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırdı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububat muhafazasını sağlamak, esirler vasıtasıyla düşmandan haber toplamak, köprü ve geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da akıncıların vazifeleri arasındaydı.

Akıncı olabilmenin şartlarından birisi de, Osmanlı Türk’ü olmaktı. Devşirmelerin devletin her kademesine, hatta sadrazamlığa kadar, yükselebilme imkânı varken, akıncı olmaları imkânsızdı.

Bir akıncı adayı; imam, köy kethüdası veya dürüst birini kefil göstermek zorundaydı.

Akıncı ordu birlikleri diğer ordu ocakları gibi komuta kademesine bölünürdü. Her on akıncıyı onbaşı; yüz akıncıyı subaşı; bin akıncıyı da, binbaşı komuta ederdi. Bir hareketin akın adını alabilmesi için, bu akına beyinin katılması gerekiyordu.

Bu komuta zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan akıncı beyi tanımlardı. Akıncı beyini devlet tayin ederdi. Bu önemli kumandanlık uzun süre Mihaloğlu, Evrenosoğlu, Turhanoğlu ve Malkoçoğlu gibi ünlü akıncı ailelerinde kalmış ve babadan oğula intikal etmiştir. Mihaloğlu, Sofya’da; Evrenosoğulları, Arnavutlukta; Turhanoğulları, Mora’da; Malkoçoğulları da Silistre dolaylarında bulunurlardı. Osmanlı’da akıncılar, merkezî idareye bağlı değildi, sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlandırılmıştı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensup oldukları sülâlenin ismiyle anılırdı.

Akıncıların en yiğitleri ‘dalkılıç’ ve ‘serdengeçti’ adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedai kısımlarıydı. Bu fedailerin düşman içine dalmak ve mahzûr bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı. Bu yiğitlerin çoğunun böyle bir vazifeden geri dönme ihtimalleri azdı. İhtiyar Cezzar Ahmet Paşa karşısında ilk yenilgisini tadan Napolyon’un şu sözleri, Osmanlı askerini anlamak açısından mânidârdır: “Osmanlı askerini dalkılıç olmaya mecbur edecek kadar sıkıştırmak el vermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış birkaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.’ 

Akıncılar, ordunun genellikle beş günlük mesafe ilerisinde yol alırlardı. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman, bu vazifeyi yapacaklar ordudan ayrılır, düşmanı vurmak icabeden yere kadar giderler, âni ve şiddetli şekilde düşman saflarına dalarlardı. Bunun neticesinde düşman şaşırır ve bozguna uğrardı.

Düşmanın iktisadî ve mânevî yapısını alt üst ederek savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın taktiği şöyleydi: Akıncı ordusu belirli bölümlere ayrılır, ayrılanlar da daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederdi. Sefer yapılacak ülkede her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılır, dönüşte birlikler gene belirli yerlerde, fakat daha önce ayrıldıkları mevkilerde olmamak üzere birleşerek, vatan topraklarına dönerdi. Bu durum düşman ülkesini korku içerisinde bırakırdı. Kasırgalar gibi esip geçen akıncıların, ne zaman, nerede ortaya çıkacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.

Devlet tarafından akıncıların isimlerini, eşkallerini ve tımara (toprağa) sahip olanların listelerini gösteren bir defter tutulurdu. Defterler iki nüsha hâlinde tanzim edilir, bunlardan biri merkezdeki defterhanede, diğeri de akıncıların bulundukları eyalet veya sancakların kadılıklarında muhafaza edilirdi. Böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit veya malûllerin yerine, kuvvetli gençler akıncı olarak kaydedilirdi. Akıncılara tahsis edilen bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetlerin 1/5’ini pençlik (humus) vergi olarak verdikten sonra, kalanlarla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise tımarları (işleyebilecekleri toprakları) vardı. 

Akıncıların atları hızlı, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Akıncılar sefere çıkarken yanlarında dört-beş at götürürler, yorulan atları konak yerlerinde bırakarak, hız kaybetmeden yollarına devam ederlerdi. 

Uzun mesafeleri, kısa sürede koşabilecek şekilde yetiştirilen ve birçok meziyeti olan akın atlarının eskisi kadar yetiştirilememesi, bu teşkilâtın zayıflama sebeplerindendir. Fetihler döneminin sona ermesi ve duraklama devrinin başlaması ile akıncılar görülmez olmuştur. 1595 yılında Koca Sinan Paşanın Eflak’ta Prens Mihal’e yenilmesi üzerine Tuna’nın öte yakasında kalan akıncıların ve akın atlarının pek çoğu telef olmuştur. 16. yüzyıldan itibaren sayıları iyice azalan akıncılar, geri hizmetlerde kullanılmaya başlanmıştır. Akıncıların yerini bu dönemden sonra Kırım Hanlarının emri altındaki Tatar askerleri almıştır. Akıncı adı 1826 yılında resmen ortadan kalkmıştır.

Akıncıların parolası, “Yazılan gelir başa”ydı. Yazılan mademki başa gelecekti, ölümden korkmak niyeydi? Bu yiğitler gözlerini budaktan sakınmaz, her yerde şehadeti ararlardı. Gece âbid olan bu Hak fedaileri, gündüz birer arslan kesilirlerdi. Akıncılardaki ruh hâlini anlamak, Kur’an-ı Kerim’in çeşitli yerlerinde geçen, “Malınızla ve canınızla cihat edin.” âyetini kavramaya bağlıdır. Çiftçilerin ellerindeki tohumları toprağın altında çürümeyeceğine inandıkları ve ellerindeki tohumları tereddüt etmeden toprağın bağrına saçıp beklemeye durdukları gibi, akıncılar da yapmış oldukları güzel işlerin karşılığını mutlaka göreceklerine inandıklarından, hayatlarını Hakk’ı korumaya ve ülkelerini savunmaya adamışlardır. Evet herkes inandığı kadar gerilime geçecek, o kadar bu yola baş koyacak ve o kadar toprağın bağrına tohum saçacaktır.

BARIŞ'TAN DERS

TÜRKLÜĞÜMÜZDEN bizi UTANDIRMAYA çalışan ŞEREFSİZ TOSPAĞALARA geçmişten CEVAP!..

Barış Manço daha fazla dayanamaz ve spikere
" Yanınızda kâğıt para var mı? " diye sorar!
Bu soruya spiker şaşırır ve
" Evet var ama n'olacak " der.
Barış Manço ısrar edince spiker cebindeki kâğıt paraları çıkartır.
Bu olaydan az önce Barış Manço canlı yayında "Anahtar" adlı şarkısını söylemiştir. Bu şarkının bir bölümü şöyledir:
" Beş Akif- bir Saat Kulesi, iki Kule-bir Fatih, beş Fatih-bir
Mevlana, İki Mevlana-bir Sinan" (Barış Manço / Anahtar şarkısı / Darısı Başınıza Albümü / 1992).
Bu şarkı bir matematik sorusudur ve şarkıda adı geçen kişiler o dönemdeki Türk parası olan banknotların arkasında fotoğrafı olan kişilerdir...
Barış Manço spikere sorar:
" Bu paranızda fotoğrafı olan kişi kim? "
Spiker: "General ."
Barış Manço diğer paralardaki fotoğrafları olan kişileri de sorar, spikerin verdiği cevaplar hep aynıdır,
"General, Amiral, "Komutan" Spikerin bu "falanca
General, falanca Amiral, falanca Komutan" cevabından sonra, bu sefer de Barış Manço cebinden Türk paralarını çıkarır...
Barış Manço der ki:
Bu parada fotoğrafı olan kişi Mehmet Akif Ersoy'dur. Şairdir...
Bu fotoğraftaki kişi Mevlana'dır. Düşünürdür...
Bu paradaki fotoğrafı olan kişi Fatih Sultan Mehmet'dir. Adaletin sembolüdür...
Bu paradaki kişi ise Atatürk'tür. "Yurtta barış, dünyada barış" diyen kişidir. Bizim paralarımız bunlar. Biz Türkler ince ruhlu, kibar, medeni insanlar olduğumuz için paralarımızın arkasına şairlerimizin, düşünürlerimizin, bilim adamalarımızın fotoğraflarını bastık...
Siz Fransızlar kendiniz barbar, vahşi olduğunuz için paralarınızın arkasına hep savaş adamlarının fotoğraflarını basmışsınız!" der...
Barış Manço'nun bu müthiş cevabından sonra televizyon yöneticileri Canlı yayını keserler ve spikeri yayından alırlar, başka bir spiker yerine gelir ve canlı yayın yeniden başlar, yeni spiker Barış Manço'dan ve Türklerden özür diler..

NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE

(NOT: GS lisesi mezunu olan rahmetli B.M. Çok iyi düzeyde fransızca bilmekte idi.)

6 Temmuz 2014 Pazar

Madem öyle sen bir alçaksın Ahmet Altan




Dostlar, bilirsiniz, ben kolonlarımda siyasi konuşma, görüş beyan etmem, ama bu siyasi bir konu değil
bu LİBOŞ diye adledilegelen, her mevsimde her rüzgarda yön değiştiren, kişilik ve şeref kavramlarının yanına uğramayan insan müsvettelerini bilelim, 
bunun iş hayatı ve manevi hayatımızdaki SÜRDÜRÜLEBİLİRLİK üstündeki etkilerini görelim, diye, unutmayalım diye paylaşmak istedim.

Unutmayın, toplumun belleği zayıf olabilir ama bellek bankaları çoktur, 
iyi şeyler belki hatırlanır ama kötü şeyler KESİNLİKLE HATIRLANIR!.. 

04.05.2014 02:39

Yalancının belleği güçlü olmalı” der Quintilianus.
Ahmet Altan’ın Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde yaptığı konuşmayı okuyunca düşündüm; Altan’ın böyle bir derdi yok. Belleğinde sorun olduğunu düşünmüyorum; yüzsüzlük, dahası alçaklık söz konusu.
Ne demek istediğime geleceğim; önce haberi özetleyelim:
Hasan Cemal’in başkanlığında kurulan Bağımsız Gazetecilik Platformu (P24), geçen yıl hayatını kaybeden gazeteci Mehmet Ali Birand anısına özel bir konuşma serisi başlattı. Konuşmaların ilkini, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde, Ahmet Altan gerçekleştirdi. İsveç Başkonsolosluğu'nun ev sahipliğinde düzenlenen Dünya Basın Özgürlüğü Günü programının diğer konuşmacıları Cemre Birand, Cihan Aktaş, M. Gökhan Ahi, Şafak Pavey ve Şirin Payzın oldular.
Gelelim Ahmet Altan’ın neler dediğine…
Şöyle başlıyor Altan konuşmasına:
Gazetecilik nedir?
Bana sorarsanız yüzde doksan dokuzu alçaklık ve korkaklık, yüzde biri ise dürüstlük ve cesaret olan bir meslektir. Ve o yüzde birlik kısmıyla dünyayı da hayatı da değiştirmekte büyük rol oynar.
“Niye alçaktır” sorusunun cevabını vermeden önce, bu korkunç alçaklıklara birkaç tane sizin de çok iyi bildiğiniz tarihi örnek vermek istiyorum.
Sacco ile Vanzetti 1927’de cinayetten mahkum olarak idam edilen iki İtalyan anarşistiydi bildiğiniz gibi.
Suçları hiçbir zaman kesin bir şekilde kanıtlanamadı ama bu belirsizlik onları ölümden kurtarmaya yetmedi.
Niye?
Ünlü bir tarih profesörü olan Arthur Schlesinger, bu korkunç olayla ilgili çocukluk anısını anlatırken bu “niye”nin de cevabını veriyor aslında.
“O yaz New Hampshire’daki bir kamptaydım ve gazeteleri beyzbol sonuçlarını öğrenmek için okurdum. 1927 yazında dokuz yaşındaydım. Maç sonuçlarına bakmak için bir Boston gazetesi aldım ve anlatamayacağım bir şokla ‘Sacco ve Vanzetti idam edildi’ başlığını okudum. Kamp yöneticilerinden birinin diğerine o sırada ‘Allaha şükür bu piçleri hallettiler sonunda’ dediğini duydum.”
O kamp yöneticisini böyle insafsızca, vicdansızca, rezilce konuşturan işte o sözünü ettiğim basının alçaklığıdır.
Sıradan bir öğretmen olan o Amerikalı adam, davanın detaylarını bilmiyordu, bugün bile belirsizliğini koruyan bu davayla ilgili açık noktalar hakkında bir bilgisi yoktu ama o iki anarşist İtalyanın idam edilmesi gerektiğine inanıyordu.
Bu inanca nasıl ulaşmıştı, belki de dürüst bir adam olan o kamp yöneticisini, haksız bir idamın vicdani sorumluları arasına kim sokmuştu?
Tek bir cevabı var bunun.
Gazeteler ve gazeteciler.
Sacco ile Vanzetti davası sırasında “göçmen işçiler” hakkında korkunç yazılar çıkıyordu Amerikan basınında.
Sacco ile Vanzetti yakalandıktan bir yıl sonra 1922’de Saturday Evening Post’ta Kenneth Roberts, “açlık sınırında yaşayan çok sayıda insan Amerika’ya gelip düşük ücretlerle çalışıyor. Para biriktirmek kararlılığıyla pislik ve karanlık içinde yaşıyorlar. Amerikan işçilerinin düzgün bir hayat sürmelerini sağlayacak paraların bir parçasını alıyorlar. Bu, Amerika’da hayat standardını düşürüyor” diye yazmıştı.
Ve, bu inanç Amerikan kamuoyu tarafından benimseniyordu.
Eğer böylesine bir kamuoyu oluşmasa o iki İtalyanı elektrikli sandalyeye o kadar kolay oturtamazlardı.
MURAT ALBAY’IN İDDİANAMESİ TARAF’LA BAŞLIYOR
Ahmet Altan bu konuşmayı yapmadan önce, bir can daha yeni toprağa verilmişti. Adı Murat Özenalp’ti. Askerdi, oğuldu, eşti, babaydı. 22 Ağustos 2011 tarihinde tutuklandı.
Hakkındaki Balyoz İddianamesi şu satırlarla başlıyordu:
“Günlük olarak yayınlanan bir gazetenin, 20.01.2010 tarihli ve devam eden günlerdeki nüshalarında yayınlanan ''BALYOZ DARBE PLANI'' isimli haberlerin içeriğinde…”
İşte bugün küçük Duru’nun babası Murat Albay’dan ayrı olmasına yol açan iddianamenin ilk satırı olan “o günlük gazete”; Ahmet Altan’ın yayın yönetmenliğindeki Taraf’tı.
Darbelerle mücadele ediyoruz” kılıfı altında yapılan büyük komplonun tetikçiliğini yaptı Ahmet Altan ve gazetesi. Hadi onun söylemiyle yazayım:
“Eğer böylesine bir kamuoyu oluşmasa Murat Albay’ı ve yüzlerce suçsuz insanı cezaevine o kadar kolay koyamazlardı”
Unutturabilir mi Ahmet Altan bu kirli sicilini belleğimize, arşivlere…
SEN DEĞİL MİSİN…
Bakın daha neler diyor Ahmet Altan:
(…) Bir gazeteci için “devlet çıkarı” diye bir kavram yoktur, olamaz. “Devlet çıkarını” korumak “devlette çalışanların” işidir. Gazetecilerin işi de gerçekleri açıklamaktır.
(…) Gazetecilerin, devlet konusunda kendi mesleklerinden uzaklaşıp “devlet görevlisi” kılığına girmesi toplum için en büyük tehlikelerden biridir ve bu büyük tehlike dünyanın her yerinde, her toplum için vardır.
(…) Bizim ülke, “devletin çıkarı” için gerçekleri saklamayı gazetecilik sanan gazetecilerle dolu, bir de hiç utamadan bunu övünerek söylediklerini işitiyoruz.
(…) Basmadığın, gerçekleri sakladığın zaman toplumun sana olan güvenini kötüye kullanıyorsun demektir, ki bu da seni alçak bir sahtekar yapar.
(…)Gazetelerde ne tür ahlaksızlıklar yapıldığını anlamak için sadece “yayınlanan” haberlere bakmak yetmez, asıl hangi haberleri yayınlamadıklarına bakmak gerekir… Ki o haberlerin hangileri olduğunu, dürüst gazeteciler o haberleri yayınlamadıkça okuyucular asla bilemez.

(…) Gazeteciliğin en büyük alçaklığı ve sahtekarlığı belki de yayınladıklarından çok “yayınlamadıkları” haberlerde saklıdır. (…)
Bunları söyleyen Ahmet Altan, daha dün Taraf’ta bizzat devletin kendisi haline gelen Cemaat’in sesi olduğunu, onların çıkarlarını koruduğunu unutturabilir mi?
O devletin polisiyle, savcısıyla, hakimiyle Taraf’ta nasıl aynı yatağa girdiğini; onlarla nasıl kirli bir ittifak yaptığını, o devletin tetikçi polislerine nasıl köşe verdiğini unutturabilir mi?
O çeteleşmiş devletin kumpaslarının kamuoyuna taşıyıcısı olup, attığı yalan manşetlerle kaç hayatı karartığını unutturabilir mi?
Neymiş; “gerçekleri sakladığın zaman alçak bir sahtekar oluyormuşsun.
Neymiş; “en büyük alçaklık ve sahtekarlık yayınlanmayan haberlerdeymiş.”
Peki Ahmet Altan, sen değil misin; Cemaat’in sızdırma yalanlarını, polis fezlekelerini, savcı iddianamelerini çarşaf çarşaf manşetlere taşıyıp, suçlanan kişilerin belgeli savunmalarına yer vermeyen?
Sen değil misin; Wikileaks belgelerini sözde yayınlayıp, o belgelerde devletin polislerinin yaptığı ahlaksızları sansürleyen…
“GAZETECİLİKTEN TUTUKLANMADILAR” MANŞETİ
Yüzsüzlüğe devam ediyor Ahmet Altan, bakın neler yaşanıyormuş meğer Türkiye’de:
Gazeteciliğin en ağır baskılar altında olduğu bir dönemden geçiyor Türkiye.
Tek bir eleştiri bile istemeyen bir hükümet var. Basının büyük bölümüne bizzat sahip. Sahip olmadıklarını ise çeşitli biçimlerde tehdit ediyor.
Hoşuna gitmeyen gerçekleri yazanları vatan hainliğiyle suçluyor.
Kendi çıkarıyla vatanın çıkarının aynı olduğunu söyleyen bir yönetim bu.
Sadece yaptıklarından hoşnut olmadıkları gazetecileri değil, karılarının ya da kocalarının yaptıklarından hoşnut kalmadıkları gazetecileri bile işlerinden çıkartıyorlar.
İşsiz gazetecilerin sayısı her gün artıyor.
Yandaşlarını zengin edip, muhaliflerini açlığa mahkum etmeye uğraşıyorlar.
Çok ağır baskılar altında bugün Türk basını.
Bizim basın, sihirbazların kazlarına benzer, ne kadar bastırırsanız bastırın o baskının altında ezilerek ve itiraz etmeden varlığını sürdürür, bugün de sürdürüyor.
Yüzde doksan dokuzu alçakça davranıyor. Gerçekleri saklıyor, çarpıtıyor, gerçeği söyleyenlere saldırıyor.
Ama burada da yüzde bir var.
Karanlıkta bir kibrit gibi, etraflarını aydınlatıp gerçekleri söyleyebilmek için kendilerini tüketerek yanıyorlar.
Onların ışığını görüyor, onların ışığıyla umutlanıyor, onların cesaretine ve dürüstlüğüne güveniyoruz.
Belleğimiz ve arşivler olmasa “Ne kadar da duyarlı ve doğru tespitleri var şu Ahmet Altan’ın” diyeceğim. Oysa aynı Ahmet Altan bugün “gazetecilere en ağır baskıları yaptığını” söylediği Başbakan Erdoğan’a, 2009 yılında babası Çetin Altan’a ödül verdi diye güzellemeler yapıyordu Taraf’taki köşesinde:
“Yazarları linç ettiren, hapislere attıran başbakanlardan, yazarlara saygı gösteren başbakanlara gelmek az iş değil... “
Odatv’nin gazetecileri Ahmet Altan’ın bugün dillendirdiği baskıları o günlerde haykırdığı için tutuklanmıştı. Aynı Altan ise gazeteciler tutuklandığında devlet içindeki çetenin sözünü manşete taşımaktan da utanmamıştı:
Gazetecilikten Tutuklanmadılar
Yazmaya daha gerek var mı…
Ahmet Altan, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nde neyi eleştirdiyse onu yaptı Taraf’ta.
Alçaklıksa, alçaklık…
Sahtekarlıksa, sahtekarlık…
Gerçekleri saklamaksa, saklamak.
Şimdi geçmişini unutturabileceğini, yazgısını değiştirebileceğini sanıyor.
Oysa ki, Herakleitos’un dediği gibi; “İnsanın karakteri, yazgısıdır.
Barış Pehlivan
Odatv.com