8 Eylül 2016 Perşembe

Tatmin ve Mutluluk; Hangisi Ebedi Hangisi Geçici

Öncelikle duyar gibiyim, bu gruba böyle bir yazı, ne alaka;
okuyunca eminim hak vereceksiniz, aslında bu tam da bunun sebep ve sonucu olması ile alakanın da ötesinde bir konumda:

Sürdürülebilir sistemler, bunu sürdürmeyi isteyen, gerekli enerji, ilgi, bilgi ve donanıma sahip bireylerden oluşan topluluklar ve hatta toplumlar tarafından sürdürülebilir.

Yani, eğer biz sürdürülebilir bir mahalle, şirket, şehir, ülke ve hatta dünya yaratmak istiyorsak, önce mutlu, huzurlu ve sağlıklı bireylerden oluşan bir toplum yaratmalıyız.

Sağlık korunması için bunca diyet programları, tv da sağlık programları, koruyucu hekimlik ile teşhis ve tedavi kuruluş ve kurumları kuruyor ve işletiyoruz. Ama hepimiz de çok iyi biliyoruz ki, ruhları sağlıklı olmayan, sosyal, fiziksel ve ruhsal çevresi ile uyum içinde olmayan insanın huzurlu ve mutlu olması mümkün değildir. Bu durumda da mutlu olmayan insanın sürdürülebilir bir sistem kurması ve sürmesi imkansızdır. 

Gelelim bu hususta bireyin etkisine.
Başarılı bir başhekim, genel müdür, vali, belediye başkanı hatta başbakan veya cumhur başkanı bile olabilirsiniz. Bu muhtemelen size müthiş bir güç tatmini ve haz duygusu veriyordur. Ama bu sizi mutlu kılar mı?

Diğer taraftan, fakir bir çöpçü, hatta sokakta hurda toplayan, geçenlerin burun kıvırıp görmezden geldiği bir gariban da olabilirsiniz.

Peki, sizce hangi taraf daha mutludur???

bir taraf sorumluluk ve gücün ağırlığı altında ezilirken sürekli gergin, huzursuz bir hayat yaşarken diğer taraf küçük sorunlarına rağmen huzurlu, rahat, gerilimden uzak ve mutlu bir hayat yaşıyor olabilir mi?

Peki, dediniz ki polyanacılığı bırak. 
Şöyle bir soru sorsam;
istediğiniz/hak ettiğinizi düşündüğün terfiyi aldınız, maaşınız da arttı. Gittiniz ailenizle kutladınız, yediniz içtiniz, gülüştünüz eğlendiniz.
Bu terfi ama sizin sorumluluk ve iş yükünüzü de artırdı. Yani, bir hafta süren tatmine karşın hayat boyu sürecek yük artışı. Mutlu musunuz?

Bu aslında tamamen size kalmıştır;

Mutluluk bir seçimdir..
Mutluluk yolun kendisidir…
Mutluluk bir bakış açısıdır…
…..
Örneklerle uzatabileceğim listedeki ifadelerin hepsi aslında aynı noktayı işaret ediyor.
Mutluluk bilerek, isteyerek seçilmiş bir yoldur. Ve eğer seçtiğiniz yol bu ise sizi yolunuzdan döndürmek artık neredeyse imkansızdır..Çok sevdiğim bir sözü de paylaşmak isterim burada yeri gelmişken sizlerle; “Kimseyi mutlu ya da mutsuz edemezsiniz. Karşıdaki kişi hangisini olmak istiyorsa ona izin verir”.

Peki şimdi soracaksınız,
“Yıllardır emek verdiğim işimde beklediğim ve çok hakettiğim terfiyi alamadim, nasıl mutlu olabilirim ki?”

“O kadar beklediğim halde istediğim arabayı alacak paraya bir türlü sahip olamıyorum, ne mutluluğu?”

“Başımı sokacak bir evim bile yok. Bununla mutlu olmak için deli olmam lazım!”

“O kırmızı elbiseye giremedim!, Uf! Ben kim mutluluk kim!”

Şimdi bunlari yaşayan bir insan nasıl mutlu olacak? Nasıl seçecek mutluluğu? Kolay mı? Hariçten gazel mi okuyoruz yoksa?
Hayır tabii ki değil…
Açıklamama izin verin..

Burada birşeyi netleştirmek belki hepinizin işine yarar..

Bizlerin genelde mutlulukla karıştırdığı şey aslında “tatmin”! Evet, birşeye sahip olmak, beklenen bir terfiyi almak, vs bunların hepsi tatmin olmak icin koyduğumuz beklentiler.

Eğer gerçek mutluluk bunlarda olmuş olsaydı, o beklediğimiz şey her ne ise ona sahip olduktan sonra bir daha hiç mutsuz olmazdık..Ama öyle olmuyor değil mi? Sahip olduğumuz an itibariyle bütün istek ve heyecanımız bitiyor, durumu kanıksıyoruz ve yeni tatmin noktaları yaratıp, koyuyoruz önümüze.

Oysa ki, mutluluk – her ne olursa olsun- mutlu olmayı seçmektir. Yeri gelince üzülmek, hayal kırıklığı yaşamak, vs de buna dahil elbette..Rağmen mutlu olabilmekte işte bütün mesele. Yaşananları ve yaşanabilecekleri kabullenerek, gene de her zaman mutlu olmayı seçmek!
Sadece ve sadece varolduğumuz için  mutlu olabiliyorsak eğer, doğru yoldayız demektir. Mutluluk yolu’nda..:) Gerisi zaten ayrıntı..

Kolay değil biliyorum..

Farkındalıkla açılmayacak kapı yoktur, bunu da biliyorum ama..

Hayatımızdaki tatmin noktalarında mutluluğu aramanın sonu olmayan bir uçurum olduğunun farkındalığı mesela..

Bir bakın kendi hayatınıza siz de..
Hadi..

1 Eylül 2016 Perşembe

Enerji kooperatiflerinin kurulmasının önü açıldı


Böylece çiftçiler, esnaf ve KOBİ’ler kuracakları enerji kooperatifleriyle, işin başında yatıracakları ortaklık bedelinden sonra elektrik parası ödemeyecek.

Rüzgar, güneş, biyokütle gibi yerli enerji kaynaklarının kullanımının yaygınlaştırılması için yeni bir model ortaya çıktı. Yeni modele göre enerji kooperatiflerinin kurulması söz konusu olacak. Böylece enerji kooperatiflerinin 5 MW’a kadar lisanssız üretim yapmasının önü açıldı. 

Star'ın haberine göre, mevzuat değişikliği sonucu çiftçiler başta olmak üzere, esnaf ve KOBİ’ler güçbirliği yaparak kendi elektriğini üretebilecek. Örneğin bir köydeki çiftçiler ortak bir enerji kooperatifi kurabileceği gibi Organize Sanayi Bölgesi’nde (OSB) faaliyet gösteren işletmeler de rüzgar, güneş ve biyokütleden kendi elektriğini üretebilecek. İşin başında belirli bir ortaklık bedeli konulduktan sonra elektrik parası ödenmeyecek. Kapasite tahsis sorununun çözülmesiyle birlikte ürettiği fazla elektriği sisteme vererek ortaklık payına göre de para kazanılabilecek.

4 YILDA GERİ DÖNÜYOR

Türkiye’de ortalama 1 MW’lık bir yenilenebilir enerji tesisi kurmanın maliyeti 1 milyon Euro olarak hesaplanıyor. Yapılan yatırım 4-5 yıl içerisinde geri alınabiliyor. Uzmanlar özellikle enerji kooperatiflerine kırsalda bankaların ve devletin finansman desteği sağlaması gerektiğine dikkat çekiyor. Ortalama dört kişilik bir ailenin yıllık elektrik faturası 2.000-2.500 TL arasında değişirken, işletmelerde bu rakam daha da yükseliyor. Türkiye’de faaliyete geçmeyi bekleyen halihazırda kurulu 7 adet yenilenebilir enerji kooperatifi bulunuyor. Sistemin tam olarak faaliyete geçmesi için kapasite tahsis sorununun çözüme kavuşması gerekiyor. Enerji kooperatifi kurmak isteyen ortaklar Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’ndan (EPDK) bu konuda destek bekliyor.

Enerji kooperatiflerine ilişkin değerlendirmede bulunan Gümrük ve Ticaret Bakanlığı yetkilileri “Söz konusu gelişme ile dünya ortalamasının çok üzerinde güneş alan ve rüzgâr potansiyeline sahip ülkemizin bu kaynaklarını üretime dönüştürerek en büyük cari açık nedeni olan enerjideki dışa bağımlılığımızın ciddi oranda azaltması sağlanacak ve yenilenebilir enerji kooperatifleri yerel kalkınmanın anahtarı olacaktır” dedi.

ENERJİ KOOPERATİFLERİ DÜNYADA YAYGIN

Enerji kooperatifleri dünya genelinde yaygın. Türkiye’den daha az güneş potansiyeli olan Almanya’da 1.000’e yakın enerji kooperatifi bulunuyor. Kooperatifçilik Genel Müdürlüğü bu kapsamda dünya örneklerini yakından inceledi. Türkiye’nin yıllık 250 milyar kWh enerji ihtiyacı bulunuyor. Bunun 85-90 milyar kWh’lık bölümü yerli enerji kaynaklarından karşılanıyor. Geriye kalan bölüm ise ithal enerji kaynaklarıyla temin ediliyor. Bu kapsamda her yıl yaklaşık 50 milyar dolarlık petrol ve doğalgaz ithalatı yapılıyor.

YEDİ ORTAKTAN BAŞLIYOR

Elektrik Piyasasında Lisanssız Elektrik Üretimine İlişkin Yönetmelikte Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik ile kooperatifler için muafiyet tanınarak ortak bağlantı noktası zorunluluğu olmaksızın ortak sayıları ile doğru orantılı olacak şekilde 5 MW’a kadar lisanssız üretim yapabilmelerinin önü açıldı. 7-100 ortaklı kooperatifler 1 MW’a kadar, 100’den fazla 500’e kadar ortaklı kooperatifler 2 MW’a kadar, 500’den fazla 1000’e kadar ortaklı kooperatifler 3 MW’a kadar, 1000’den fazla ortağı olan kooperatifler 5 MW’a kadar kendi elektriğini üretebiliyor.

26 Ağustos 2016 Cuma

BAŞARININ SIRRI


BAŞARININ SIRRI İş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir zamanlar çok başarılı bir insan olmasına rağmen şimdi büyük olan sadece borçlarıydı. Bir taraftan kredi verenler onu sıkıştırırken, diğer taraftan da bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. 'Çok üzgün görünüyorsun. Seni rahatsız eden bir şey olduğu belli ( DEVAMI YORUMDA)

Benimle Paylaşmak ister misin?' diye sordu yaşlı adam. İş adamının yakınmalarını dinledikten sonra da, 'Sana yardım edebilirim' dedi. Çek defterini çıkardı. İş adamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: 'Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al' dedi. Ve yaşlı adam geldiği gibi hızla gözden kayboldu. İş adamı elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza ise John Rockefeller' e aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. 'Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim' diye düşündü. John Rockefeller' e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveniyle yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra tekrar işlerini yoluna koyabilmişti.


Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup hatta para kazanmaya başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire 'Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir' dedi. 'Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp, bu parka geliyor. Herkese kendisinin John Rockfeller olduğunu söylüyor' diye ekledi. Hemşire adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı. İş adamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Sanki donmuştu. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden, hayatının akışının değiştiren şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını değiştirenin yeniden kendinde bulduğu kendine güven ve inançtı. Başarının sırrı, kasamızda duran değil, kendi kalbimizde ve kafamızda olanlardır. Başka yerde aramaya gerek yok. Herkese başarılar dileriz.

29 Nisan 2016 Cuma

BİLİM İNSANLARI YAPRAK KULLANARAK NASIL PİL YAPILABİLECEĞİNİ KEŞFETTİ

 Sürdürülebilir olmak sanıldığı gibi pahalı bir alternatif değil,

İstanbul Teknik Üniversitesi'ndeki bilim insanları, pillerin önemli bileşenlerinin yerine yaprak kullanmayı başararak önemli bir buluşa imza attı.
(Şaka şaka, Maryland Üniversitesinde yapmışlar, ama neden olmasın)

Özellikle yeniden şarj edilebilir olan pilleri dışarıya attığımızda pillerin doğa için zararlı olmasının en önemli nedenleri arasında kadmiyum, kobalt ve kurşun gibi ağır metallerin havada ayrışıp serbest kalması gelirken yüzey toprağı ve humuslarla  yer altı suyuna karışması ve nihayet bize ulaşması ve bu döngü sonunda tüketmemiz de pillerin doğadaki zararlarını kanıtlar nitelikte.
Bu nedenle Maryland Üniversitesi'ndeki bir grup profesör ağır metaller yerine daha sürdürülebilir materyallerle ve doğa dostu çözümlerle yeni bir pil geliştirme kararı aldı. İlk denemeyi yapraktan ve ağaç lifi içeren maddelerle yaptılar. Testler sonucunda anot bataryalarını düzenlemeyi, sodyum depolamayı ve absorbe etmeyi sağlayan materyalleri de keşfettiler. 
Yaprakların kullanımı ise denemeler sonucu çok verimli olurken araştırmalar sonucunda yayınlanan raporlardaki başyazarlardan Hongbian Li; "Yapraklar her yerde bol miktarda bulunuyor, hepimiz kampüste yerden bir yaprak alsak daha da iyi sonuçlara ulaşabiliriz" notunu düştü.
Özetle bilim insanları, pillerin önemli bileşenlerinin yerine yaprak kullanmayı başardılar. Bilim insanları yanmış karbon yapılarının daha fazla sodyum soğurmasını sağlamak için sodyum elektrolitlerinin bulunduğu gözenekleri kapatıp ihtiyaç duydukları kusursuz bir pil yapısına ulaştılar. Ayrıca bu yöntemin dışında bilim insanları muz, karpuz, kavun kabuklarıyla da başarılı bir şekilde pil yapmayı başardılar ama en az hazırlık gerektiren ve daha doğal erişilebilir olan madde sadece yaprak olarak belirlendi.

Bu projenin bir sonraki adımı ise kalınlığı, yapısı ve esnekliği farklı yapraklarla daha mükemmel piller üretmek olarak bilinirken sürdürülebilir ve ekolojik geri dönüşümün tarım ve yenilenebilir enerjiyi tekrar buluşturması gelecekteki iklim koşulları ve yeryüzü için önemli bir gelişme olarak kayıtlara geçmektedir.

23 Nisan 2016 Cumartesi

23 Nisanı Anlamak


Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919`da Samsun`a, işgal altındaki yurdumuzu kurtarmak amacıyla çıktı. Amasya, Erzurum ve Sivas`ta kongreler toplandı. Bu kongrelerde işgal altındaki yurdumuzun kurtarılması için gerekli birçok kararlar alındı.
23 Nisan 1920`de yurdun çeşitli yerlerinden gelen temsilcilerin katılımıyla Ankara`da ilk Millet Meclisi oluşturuldu. Bu meclisin aldığı en önemli kararlardan biri, önceki toplantılarda alınan, yurdumuzu top yekûn işgalden kurtarma kararının uygulamaya konulması olmuştur.
Bunun sonucu olarak Kurtuluş Savaşı, Millet Meclisi ve Mustafa Kemal`in önderliğinde sürdürüldü.
Kurtuluş Savaşı, 30 Ağustos 1922`de zaferle sonuçlandı ve arkasından 29 Ekim 1923`te de Cumhuriyet ilân edildi.
Milli Görüş denen Arap özentilerinin icadı ile, uydurma bir KUTLU DOĞUM (ne demekse artık) kutlamaya başladılar. Yani Ret etmek için yırtındıkları MİLADİ takvime göre bir ucube icat etmiş oldular; biz çünkü 1000 yıldır Mevlid Kandilini, yani sevgili peygamberimiz Hz. Muhammed'in (SAS) doğum gününü kutlamıyormuşuz gibi, bunu da yaptılar.
Sorun şu idi, 23 Nisan 1920 Millet Meclisinin açıldığı gündü. Bu gün, sağlanan bütün başarıların başlangıcı olması nedeniyle çok önem taşıyordu. Çünkü artık Türk halkı, Rab'binin kendisine bahşettiği İrade-i Cüziyi eline almış, bir sultana, halife bozuntusuna TEBAA olmaktan vazgeçmiş, dininin ve hayatının sorumluluğunu kendi ellerine alarak hür vicdanına ve inançlarına göre yaşamaya başlamıştı.
Atatürk`ün önerisiyle bu anlamlı gün çocuklara armağan edildi. Evet, birilerinin iddia ettiği gibi ÇAKMA DİNDAR bir NESİL değil, "Fikri hür, vicdanı hür" bir nesil yetiştirilmeye başlamıştı. Yani Kitabını, Peygamberini bilen, ama bunu bir kara cahil ve dolandırıcı hoca tayfasının eliyle değil kendi okuyarak, öğrenerek yetişen bir nesil yetiştirilmeye başlamıştı.
Böylece, 23 Nisan günü Çocuk Bayramı olarak kabul edildi. Sonradan, TRT`nin katkısıyla bugün, Dünya Çocuklar Günü kapsamıyla, Türkiye`de kutlanmaya başlamıştır. Atatürk, çocukları yarının büyükleri olarak görüyor, onlara büyük bir sevgi ve güven duyuyordu.
Ulusal egemenliğin simgesi olan 23 Nisan`ın çocuklara armağan edilmesi, biz büyüklerin sorumluluğunu azaltmamakta, bilakis misliyle artırmaktadır.
Bu, sadece çocukların ne denli önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu nedenle bu önemli günü en iyi biçimde kutlamaya çalışmalı, ceddimizin bize armağan ettiği bu CENNET VATANDA, ne Araba, ne Avrupa'lıya öykünmeden, kendi yüce inanç ve değerlerimizle, HÜR ve ÖZGÜR yaşamalıyız


8 Nisan 2016 Cuma

2G’ye zamanında geçen Türkiye, 4G’de 8 yıl gecikti



Bugünlerde nereye baksanız, 4G ya da 4.5G haberleri var; hızı şu olacak, şu filmi şu kadar saniyede indireceksiniz, şöyle abone olacaksınız, Türkiye’de şu başlıyor, bu başlıyor. Bunları her yerde okuyorsunuz. Ama bu cafcaflı açıklamalarının arka planında acaba biz neyi, ne zaman ve ne kadar aldık? Biz bu yazımızda ‘kamera arkasını’ anlatacağız.
Bilmeyen kalmamıştır ama yine de belirtelim; bu ‘G’ harfi İngilizce ‘Generation’dan (nesil) geliyor ve teknolojide yeni bir eşiğin atlandığını gösteriyor. Her 10 yılda 1 G atıyor diyebiliriz. Aşağıda cep telefonu sektöründe her bir G’nin teknolojik farklılığı basitçe yer alıyor;
1G : Cep telefonlarının Motorola tarafından sunulan ilk modeli sonrasında 1980-1990’lar arasındaki teknolojisi ‘1G’ idi ki Türkiye onu tanımıyor. Teknoloji sadece ses geçiriyordu.
2G : Biz 1990’larda 2G ile başladık. Zamanlamamız gayet iyi idi. Nokia’nın şu çok ilgimizi çeken cep telefonu modellerini hatırlayın. Onlar 2G idi. Dünyada 1990-2000’ler arasında kullanıldı. Teknoloji sesin yanısıra metin aktarmaya geçti (SMS).
3G : 2000-2010 arası dünyada 3G dönemiydi. Biz en sonunda yani 2009 yılında alabildik. Sesin yanına internet eklendi.
4G : 2010-2020 arasında dünyada 4G dönemi olacak. Biz yine gecikmeli alabiliyoruz. Şebeke internet bazlı hale geldi. Dolayısıyla daha büyük genişbant kullanılıyor.
5G : 2020’den sonra hayatımıza girmesi bekleniyor. Henüz çalışılıyor ama ortaya ilk çıkan veriler, kalabalık bir zümrenin aynı anda kesintisiz kullanımına işaret ediyor. (Bu konuyu merak edenler burayı tıklayarak 5G’nin ne olduğunu görebilirler).
Özetle ANAP döneminde bayağı erken ve doğru teknolojiyle (CDMA yerine GSM) başlatılan cep telefonu serüvenimiz AKP döneminde sürekli gecikmeli olarak hayata geçiyor. Bunun bize kaybettirdiği nedir diye soruyorsanız, dünyada genişbant internetteki artışın ekonomiye etkileri konusunda çeşitli araştırmalar var ama biz bu konudaki en yetkili kuruluş olan ITU raporuna bakalım (Bkz : burayı tıklarsanız bu gecikmenin ülkeye maliyetini aşağı yukarı anlayabilirsiniz ama bu rapordan iki grafiği burada verelim:

Göreceğiniz üzere genişbantta %10’luk artış, Gayri Safi Milli Hasıla’ya ülke bazında değişmekle birlikte %10-25 arasında katkıda bulunuyor. Yani bu teknolojilerin ülkemize geç gelmelerinin maliyeti hesaplanmasa da, dünya ekonomileri sıralamasında 17’ncilikten 19’uncluğa düşmesinin bir boyutu olduğu düşünülmelidir.
Genişbantın ekonomiye katkısının ne olduğunu ise aşağıdaki şemada görebilirsiniz:

4.5G ama hangi altyapı ile?
Bu konuda bir sorun da ‘altyapı’. 4.5G cep telefonu şebekesini internet üzerine taşıyor. Ama Türkiye’de altyapı ne durumda?
Tek kelime ile ‘kötü durumda’. Bunun temel nedeni, ülkemizde özelleştirme sırasında mevcut altyapıyı (şebekeyi) teslim alıp, 2026 yılına kadar kullanma, paylaşma ve yatırım yapma üzerine bir ‘İmtiyaz Anlaşması’ yapan Türk Telekom’un yatırımdan kaçınmış olması. Öyle ki, bugün Türkiye gibi bir ülkede 2 ve hatta 4 milyon km fiber olması gerekirken, mevcut fiber altyapımız sadece 260.000 km’dir.
İkinci sorumlu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’dir. Çünkü 2010 yılından bu yana, yatırım yapmak için defalarca başvuruda bulunan altyapı firmalarına ‘yasal kazı izni’ vermemektedir[1]. Bu nedenle de 2010-2014 arasında yapılan toplam fiber yatırımı sadece 836,6 km’dir. Hatta bu rakama 2012-2014 arasında bakarsak sadece 54,5 km’dir.
Ama bu 2 sorumluya müsade eden ise BTK ve dolayısıyla Ulaştırma Bakanlığı’dır. Önce İBB ve Türk Telekom’un yaklaşımlarına müdahale etmedikleri için, sonra 2014 yılında çıkardıkları ve fiber yatırımları, Türk Telekom’un iznine bağlayan yönetmelik nedeniyle.
Geri kalmış bir Afrika ülkesi olan Gana’da 2011 verileri ile 660.000 km fiber var. Halbuki Gana Türkiye’nin 1/3’ü, yalnızca 250 bin km2 yüzölçümüne sahip. Orta düzey bir Avrupa ülkesi ve 100 bin km2 yüzölçümü olan Portekiz ise 2014 verileri ile 550.000 km fibere sahip. Bu iki ülkeyi baz alırsak, Gana 2011 sonuçlarına göre 1,8 milyon km, Portekiz 2014 verilerine göre 4 milyon km fibere sahip olmalıydık ama sadece 260 bin km’deyiz.
Dolayısıyla, 4.5G ‘adı var, kendisi yok’ olacak. Zaten Binali Yıldırım bunun açıklamasını şimdiden‘Her ile hemen gelmeyecek’ şeklinde yapıyor. Yani belli merkezlerde 4.5G göreceğiz, o kadar.
O zaman bu nedir?
‘O zaman neden 4.5G getiriyorlar. Ne gerek var?’ diye soruyorsanız, sadece gülümsüyorum. Bu yeni yapılmıyor. ‘8 MBit’e kadar’ tarifesi 2009’da duyurulduğunda, telekom operatörleri sektöründen bir arkadaşım aynen şunu ifade etmişti; ‘vay canına çok akıllıca, değişen bir hız olmayacak ama alınan para artacak‘. Aynen öyle oldu. Dünya trafiğinin 1/5’ini taşıyan Akamai’nin İnternet hızlarını verdiği raporuna bakarsanız, 2010’da Türkiye’nin ortalama hızı hâlâ 1.4 MBit idi. Buna karşılık ödenen para 8 MBit’lik idi. Buradaki püf noktası ise ‘e kadar’ ifadesiydi.
4.5G’de de aynısı oluyor. Rakamlar artacak ama Türkiye’nin büyük bir kısmında 4.5G kullanamıyor olacaksınız. Çünkü gerekenin 15 ya da 20’de biri altyapı ile ancak bu kadarı olur.
‘Digital divide’
İşte bu noktada tekrar hatırlatalım; bu gecikmeli teknolojiler ve gecikmiş düzenlemeler, bir firmayı koruyan tekelci yaklaşımlar, Türkiye’ye geride kalma olarak dönecek, dönüyor. Yani diğer ülkeler bu teknolojileri daha önce kullandıkları için ekonomileri gelişip, bizim önümüze geçerken, biz geride kalıp, ‘gece yarısı Bakan ile Cumhurbaşkanı nasıl da 4.5G görüşmesi yaptı’ya da ‘4.5G geldi hayatlarımız değişiyor’ ile avunacağız.
Bu teknolojilerde sadece tüketici miyiz?
Bu konuda son söyleyeceğim sözler ise şöyle; 1980’lerde atılıma geçen, 1990’lardaki siyasileşme ile duraklama dönemine giren Türkiye telekom sektörü, 2000’ler sonrasında gerileme dönemindedir. Bütün cafcaflı ‘Avrupa’da en çok mobil konuşturan ülkeyiz’‘bilmemkaç yüz tane işletmeci lisansı verdik’ ifadelerinin arka planına bakın, işletmeci sayısı düşen, ciroları aynı yerde sayan ve hatta dolar karşısında gerileyen, karlılıkları düşen bir sektör göreceksiniz.
Teknolojiyi almakta, uygulamakta, regülasyonların uygulanmasında, tekelci yaklaşımlarda bulunmanın getirdiği vizyonsuzlukta en son nokta ise, maalesef 4G yerli baz istasyonları konusunda görülüyor.
Ülkemizde Teletaş ile başlayan üretimcilik nasıl baltalanmışsa, bugün de ULAK konusundaki vizyonsuzluk aynı düzeydedir. Bir şekilde dünyanın 6 üreticisinden birisi olma şansını, yabancı markaların yanında harcıyor muyuz? Bunu geçen yıl Savunma Sanayi Müsteşar yardımcısı Orhan Öge’nin sinirli sözleriyle düşünmeye başladık.
Bu sektörde üretici yerine tüketici olmamızın bir boyutunda, teknolojilerin alımında geri kalmak, düzenlemelerde yetersizlik ve vizyon eksikliği var. Bunu da unutmayın.
Sizin sorumluluğunuz
Haberleşme teknolojilerinde, üretici ya da tüketici olma vizyonu konusunda eksiklik sadece işletmeci ve düzenleyicilerde değil, kullanıcılarda da var. Gerek sanayicilerin, gerek ihracatçıların, gerek gazetecilerin, eğitimcilerin ve düz kullanıcıların, satın aldıkları hizmetin çeşitliliği ve kalitesi konusunda uyanık olması, talepte bulunması, gerektiğinde şikayet etmesi gerekli. Bu olmadığı için de bugünkü durumda herkesin sorumluluğu var.
[1] Önüne gelen şehrin bir yerini kazmasın diye, şehirlerde kazı yapacak olanlar belediyeden izin alırlar. Bu izin konusu Türk Telekom için devlet zamanından kalma yöntemle veriliyor.

27 Eylül 2015 Pazar

Başarı İçin gereken Bedeli Ödemelisin

“Tanrıların ağacı zeytin yüz yılda, soğan ise dokuz haftada olgunlaşır. İş hayatında soğan olma”
***

Başarının bedeli konusunda harika bir filim hatırlıyorum, adı “Whiplash” di. Konservatuarda bateri çalan genç bir öğrencinin yeteneğini fark eden hocasının onu geliştirmek için çocuğa aşırı yüklenmesini konu ediyordu. O kadar yükleniyordu ki hocası, genç çocuk elleri yara olana kadar davul çalıyordu. Kısa süre içinde hocanın okul orkestrasına giren öğrenci tam başardığını düşünürken hocası onu başka öğrencilerle yarıştırarak daha da zorluyor, bazen aşağılıyor ve çocuk üzerinde inanılmaz bir baskı kuruyordu. Bu baskı altında sürekli daha fazla çalışmak zorunda kalan çocuk sevgilisinden bile vazgeçerek, hayat amacını Dünya çapında bir caz müzisyeni olmak olarak belirlemişti. Bu hedef bir süre sonra takıntı haline gelerek çocuğun hayatını cehenneme çeviriyordu, öyle ki trafik kazası geçirdiği anda dahi kanlar içinde tek düşündüğü şey caz yarışmasına yetişebilmekti. Bir noktada patlayan genç, hocasına isyan ediyor ve saldırıyor, sonucunda da okuldan atılıyordu. Sonrasında avukatlar çocuğu hocasından şikâyetçi olmaya ikna ediyor ve hoca da bu alışılmadık yöntemleri yüzünden okuldan atılıyordu.
Filimdeki hoca benim için unutulmaz repliğinde, davranışlarının gerekçesini Dünya çapında bir yıldız olabilmek için ölümüne çalışmak gerektiği şeklinde açıklamış ve “Aferin” kelimesinin sözlükteki en zararlı kelime olduğunu söylemişti. Zira bu şekilde vasatlığa razı oluyor ve olabileceğimizin en iyisi olmaktan vazgeçiyorduk ona göre. Oysa Dünya çapında yıldız olabilenler sıradan kişiler olamazdı veya sıradan bir çalışmayla bir Dünya yıldızı olabilmeniz mümkün değildi.
Filmi izleyip yorumlayan insanlardan iki farklı türde tepkiler aldım. Birinci grup ki ben de bu gruba dâhilim, yıldız olmanın yolunun ölümüne çalışmaktan geçtiğini kabul ederek filmi izlerken bile kendi amaçlarını düşünerek motive olan kişilerdi. Şunu söylemem lazım, her türlü baskı ve acıya razı olarak sağlayacakları başarının tatminine odaklanan insanların bazı dünyevi zevklerden vazgeçmesi kaçınılmazdır. Örneğin, gitar çalmayı öğrenmek pek zor değildir ama bir virtüöz olarak sahnelerde konser verebilmek günde 8-10 saat çalışmayla yıllarca antrenman yapmanızı gerektirir. Eğer bir kitap yazmaya soyunduysanız bu aylar boyunca gecenizi gündüzünüzü araştırmaya ve yazmaya ayırmanızı gerektirir. Ancak kitabınızı elinize aldığınızda her şeye değdiğini düşünürsünüz ama kendimde biliyorum bu biraz hastalıklı bir ruh halidir, zira o noktada yeni kitabınızın ne olacağını düşünmeye başlamışsınızdır bile. Artık yeni bir hedefiniz vardır ve onun için çalışmaya başlamanız gerekmektedir.
Bu ruh haline sahip insanlar başarmanın verdiği zevkin vazgeçtikleri günlük zevklerden daha büyük olduğunu düşünürler, asla ulaştıkları noktadan tatmin olmazlar ve durmazlar. Edison’un ampulü bulana kadar altı bin deneme yaptığı söylenir. Bu azmi sayesinde uygarlık tarihini değiştirmiştir. Sıradan insanlar bu kadar azimli olacak gücü kolay kolay kendilerinde bulamazlar. Büyük çoğunluğumuz ilk denemede başarısızlığa uğradıktan sonra devam etmeyiz. Einstein, kendisinin herkesten daha akıllı olmadığını ancak problemler üzerinde vazgeçmeden çalışmasının başarıyı getirdiğini söylemişti. Böylesi bir azim, büyük bir adanmışlık ve ruhsal direnç gerektirir. Hayatta başarılı olanların hikâyeleri çoklukla benzerdir; vazgeçmenin ne olduğunu bilmezler!
İkinci grup ise, bu derece zorlanmanın insanı mutsuz edeceği yorumunu yapanlardı. Onlara göre kişi kendisini mutlu eden şekilde yaşamalı ve istediği şeyleri istediği derecede yapmalıydı. Bu düşünce de yanlıştır diyemeyeceğim, zira koçluk yaparken insanlara kendilerini mutlu eden şeyleri yaparak hayatlarında dengeyi yakalayabileceklerini telkin ediyoruz. Ancak burada önemli nokta şudur; sizi mutlu eden şeyleri, istediğiniz kadar ve istediğiniz çalışma şartlarıyla yapmak hayatta varlığınızı devam ettirmenizi sağlayabilir ancak asla sizi üst düzey bir başarıya taşıyamaz. Bunu bilir ve razı olursanız sorun yoktur. Ama biyografisini okuduğunuz, izlediğiniz ve özendiğiniz başarı abidelerinin başarılarının arkasında uykusuz geceler, uzun çalışma saatleri, sayısız yenilgiler ve sayısız yeniden başlamalar olduğunu bilmelisiniz. Dünyaca ünlü bir keman virtüözüne nasıl bu kadar iyi çalabildiğini sorduklarında “Ben günde on saat çalıyorum, sen on bir saat çal benden iyi çalarsın” demiş. Başarının sihirli bir formülü yoktur; delicesine, pes etmeden çalışmak ve hedefinize ulaştığınızda hemen yeni bir hedef belirleyerek çıtayı yükseltmek… İşte ilerlemenin yolu budur.